Ehl-i Sünnet Anlayışı

Ehl-i Sünnet Anlayışı

HABER TARİHİ: 05 Eylül 2019
2766 Kişi okudu

 

 

 

 

Ehlisünnet velcemaat kavramsallaştırması, Peygamber efendimizin sünnetini referans alarak ümmetin çoğunluğunun yoluna uymanın ehlisünnet alimlerince ana fikir olarak benimsenmesidir.

Ehlisünnet daha çok ne olmadığını anlatmıştır.
Ehlisünnet anlayışının geçmişten günümüze kadar her zaman ümmetin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Ehlisünnet anlayışının kendini tanımlama ihtiyacı hissetmez, daha çok ne olmadığını anlatır. Ehlisünnet anlayışının bir kalıba sığdırılmamalı ve ehlisünnet anlayışına bir mezhep demek de pek doğru değildir. 

 

Ehlisünnet, İslam dininde her zaman ana gövdeyi oluşturmuştur.
Ehlisünnet âlimleri sahabenin büyük çoğunluğunun dini nasıl anladığını düşünmüşlerdir. Peygamber efendimizin din anlayışını en güzel sahabe efendilerimizin ve tabiinin temsil edeceğine inanmışlardır. Bu anlayış her zaman İslam dininde ana gövde olarak varlığını sürdürmüştür. Ana gövde olan ehlisünnet anlayışı kendisinde bulunan özgüvenden dolayı kendini isimlendirmek için gayret göstermedi; ancak genel görüşe aykırı gruplara tepki vererek onlara reddiye hazırlamıştır.

 

Tekfir etmek yerine ehli dalalet gibi isimler vermiştir.
Ehlisünnet, İslam dünyasında ilk olarak ortaya çıkan hariciye, mutezile, cebriye, rafıziye gibi anlayışları dışlayarak onları ana gövde dışında bırakmıştır. Örnek vermek gerekirse ehlisünnet, ilk halifeleri kabul etmeyenleri Rafızi diye isimlendirmiştir. Birey davranışlarından tamamen sorumsuzdur diyen kaderi anlayışa sahip cebriyeyi ve aynı şekilde insanın kendi kaderini tamamen kendisinin belirlediğini iddia eden mutezili anlayışı da dışlamıştır. Ehlisünnet ana gövdenin dışında olan İslami anlayışları tekfir etmemiş onlara ehli dalalet,  ehli heva gibi isimler vermiştir.

 

Bayram ve Cuma namazları siyasi bir anlam taşır. 
Cemaat çoğunluğu temsil etmeyi ifade eder. Cemaatin siyasi bir anlamı da vardır. Bundan dolayı cemaati önemseyen ehlisünnet dört halifeyi kabul etmiştir. Velcemaat anlayışı aynı zamanda çoğunluğun siyasi görüşünü de yansıtmaktadır. Abdulla İbn-i Ömer bunun sembol isimlerinden biridir. İlk dönemlerdeki siyasi grupların hiçbirine tabi olmamıştır. Hz. Ali’yi desteklemesine rağmen taraf olmamıştır.

Abdullah İbn-i Ömer, daha sonra Emevi halifesine biat etmiş, Cuma ve bayram namazlarını kılmıştır. Bayram ve Cuma namazları siyasi bir anlam taşır. Bu namazlara katılmak mevcut siyasi yönetimi tasvip anlamı taşır. Bir başka örnek vermek gerekirse Hasan El Basri de Emevi yönetimine biat etmiş; ancak devletin yaptığı yanlışları sert bir dille eleştirmiştir. Bunun yanında harici isyanları caiz görmemiştir. Kaderci anlayışı tasvip etmemiştir. Büyük günah işleyen insan kâfir olur görüşünü kabul etmemiştir.

 

Ehlisünnet uleması içtihat etmek durumunda kalmıştır. 

Ebu Hanife zamanında İslam’ın genişlemesiyle İslam dini pek çok medeniyet ve kültürel akımlarla yüzleşiyor. Bu ortamda birçok düşünsel ihtiyaç ortaya çıkıyor. Bu dönemde Kur’an ve sünnet kaynakları bu tür ihtiyaçlara cevap vermekte zorlanınca yeni bir rey anlayışı gelişiyor ve İslam uleması içtihat etmeye başlıyor. Daha çok Hicaz bölgesinden uzak ulema bu tür bir zorunlulukla karşılaşıyor. Çünkü içinde bulundukları sosyal şartlar ve ihtiyaçlar onları içtihat etme mecburiyetinde bırakıyor.

 

Ayrılık ve tefrikaya neden olacak meselelerde tarafsız kalınıyor. 
Bu âlimler imanı tarif ederken kalp ile tasdik, dil ile ikrarı yeterli görüyorlar. Amel işlemeyi imanın bir şartı olarak görmüyorlar. Amel işlemeyi imanı takviye eden bir unsur olarak görüyorlar. Bir tarafta ameli imanın bir şartı sayan görüşe karşı çıkarken işi hepten laubaliliğe dökerek amelin hiçbir hükmü olmadığını söyleyen murcie görüşünede sert bir şekilde karşı çıkıyorlar. Ayrılık ve tefrikaya neden olacak meselelerde tarafsız kalarak bu konuların kurcalanmaması gerektiğini Allah’ın en iyisini bildiğini ifade ediyorlar.

 

Dinamik toplumlarda rey ekolü doğal olarak gelişiyor. 
Ehlisünnet içinde bulunup zamanla bu dairenin dışında kalan bir başka anlayış ise hicaz bölgesindeki Ehli Hadis anlayışıdır. Hicaz bölgesinde tamamı Müslümanlardan oluşan bir toplumda Kur’an ve Sünnetten çıkan deliller toplumun bütün sorunlarına cevap olarak yeterli olabiliyor; ancak bu toprakların biraz uzağında kalan, sosyolojik olarak daha kozmopolit yerlerde yeni yorumlar ihtiyaç duyuluyor. Dolayısıyla daha dinamik toplumlarda rey ekolü doğal olarak yerini alıyor.

 

Hicaz bölgesinde yaşanlar değişik sorunlarla karşılaşmıyorlar. 
Hicaz bölgesinde yaşayan âlimler, Irak’taki rey ekolüne sahip âlimleri eleştirerek onların kıyas yaparak hüküm vermelerine şiddetle karşı çıkıyorlar. Ancak Hicaz bölgesinde yaşayan âlimler farklı fraksiyonlarla yüzleşmiyorlar. Oysaki Iraklı alimler Şiilerle, haricilerle, mutezileyle, dehrilerle uğraşıyorlar. Böyle bir ortamda yaşayan Müslümanların sorunlarını çözmek için içtihat müessesesini geliştiriyorlar. Ehli sünnet kelamında gayrı Müslimlerin sorularına cevap vermek için maturudi ve eşari kelamı ortaya çıkıyor.

 

Ehli Hadis taassup içinde kalmıştır. 
Sonradan toplu olarak Müslüman olanların sorunlarına cevap vermek için rey kullanmıştır. Hicaz bölgesindeki Ehli hadis bu mecburiyetleri tam anlayamadıkları için taassup içinde kalmışlardır. Zamanla küçülen ve yok olmaya yüz tutan bu anlayışı İbn-i Teymiye yeniden parlatmıştır. Yine onun öğrencisi İbn-i Kayyım El Cevziye ehli hadis anlayışını ihya etmiştir. İbn-i Teymiye ve El Cevziye günümüzde selefilik olarak bilinen ehli hadisin iki önemli köşe taşı olarak tarihte yerlerini almışlardır.

 

Ehli kıble tekfir edilmez.
Daha sonradan Ehli hadis anlayışın bir başka versiyonu olan Vahhabilik hicaz topraklarında yerleşmiştir. Günümüzde vahhabilik anlayışını suudi Arabistan temsil etmektedir. Vahhabilik tekfiri aşırı kullanarak Müslümanların kanını dökmeyi helal görmüştür. Ehlisünnet anlayışında bir insanın kendini Müslüman olarak tarif etmesi yeterli görülmüştür. Ehli kıble tekfir edilmez anlayışı ehlisünnetin temel anlayışlarından biridir.

 

Hanefi mezhebi Türklerin islamlaşmasını kolaylaştırmıştır. 
Ehli hadis büyük oranda Arap milletlerden oluşurken diğer milletler Hanefi mezhebinden oluşmaktadır. Türk milletinin İslamlaşması Hanefi mezhebi üzerinden daha kolay olmuştur. Günah işlemenin kişiyi din dairesi dışında bırakmaması amelin imanın bir şartının sayılmaması insanlara Müslüman olmasını kolaylaştırmıştır. Bunun için Uzakdoğudan, Balkanlara, Ortaasyadan, Hint kıtasına kadar büyük bir kesim Hanefi mezhebine mensuptur.

 

Tasavvuf ekolleri ehlisünnet dairesi içinde kalmışlardır. 
Günümüzdeki selefi akımlardan olan El Kaide, Daiş gibi yapılar ehli hadis ve vahhabilik anlayışının izdüşümleri olarak ortaya çıkmışlardır. Tasavvufi ekoller ehli hadis tarafından müşrik görülürken ehlisünnet kendi içinde barınan sufileri bidatçılıkla eleştirmiş olsa da onları müşrik olarak görmemiştir. Bunun için ehlisünnet dairesinde bulunan tasavvuf ekolleri Moğol istilasının büyük yıkımını absorbe ederek halkın islamı duyarlılıklarını sürdürmelerinde önemli görevler icra etmiştir.”

Prof. Dr. Mehmet Ali BÜYÜKKARA



ÜYE GİRİŞİ